Özel haber kanallarından birinde Milli Eğitim bakanı Ömer Dinçer’i seyrediyorum.
Sayın bakan Taha Akyol ve program partnerinin canlı yayın konuğu.
Programın konusu 4+4+4 yeni eğitim sistemimiz.
Çişini tutamayan çocuklardan tutunda tayin bekleyen öğretmenlere, seçmeli Kur-an’ı Kerim derslerine abdestli mi , abdestsiz mi girileceğine tutun da çocuklarımızın saç ve kıyafetlerine, okulların fiziki durumlarına kadar birçok konuyu Taha Akyol ve program partneri soruyor sayın bakan cevaplıyor.
Konu seçmeli din ve seçmeli dil derslerine geldiğinde ise sayın bakan çok rahat bir şekilde “12’şer kişilik sınıflar oluşturulacağını ve müfredata uygun olacak şekilde derslerin verileceğine” işaret ediyor.
İşte burada zurnanın son deliği geliyor.
Taha Akyol bu eğitimi verebilecek öğretmenin olup olmadığını bu eğitimin kimlere verileceğini soruyor.
Ve bomba cevap;
“O cemiyetin içinden Milli Eğitim Bakanlığımızın şartlarına haiz olan kişilere bu yetki verilip ders vermeleri, öğretmenlik yapmaları sağlanacak” diyor.
Şimdi Taha Akyol’dan şu soruyu beklerdim.
“Bir Musevi veya Hıristiyan öğretmenin Türkiye Cumhuriyetinin milli eğitiminde misyonerlik yapmadan nasıl öğretmenlik yapacağını sağlayabilirsiniz?”
Ancak sormadı.
Ve bu merak ettiğim bu soru havada asılı kaldı.
Demek istediğim şudur.
Türkiye gibi bir devlette hiçbir hıristiyan veya musevi kendi dinlerini öğrenmek için derse giren öğrencilerin etrafıyla ilgisiz kalmaz kalamaz.
Misyonerlik faaliyetlerini yapmak için altın tepsi ile sunulan bu potansiyeli görmezden gelemez.
Kilise açma ve ibadet özgürlüğünün serbest olduğu Türkiye’de kiliselerin İncil arasında dağıtılan 100 dolar almış Türk ve Müslüman öğrencilerle dolmayacağını bana kim garanti edebilir.
Söylediklerim biraz komplo teorisi, biraz hayal gelebilir.
Ancak şu hassas dönemde hiçbir ihtimali gözden kaçırmamak, atlamamak ve küçümsememek gerekir.
Unutulmasın ki; Her kullandığımız nesne ve her oluşan durum birgün hayaldi ve gerçek oldu… 04 eylül 2012